bişeyler bişeyler

Fotoğrafım
Ankara'nın bağlarından geliyorum, China
Tuhaf kostüm ve aletlerle göllere girip çıkan birisiyim. kurumuş yapraklara basmayı seviyorum. mikroskop fotoğrafçılığı yapıyorum. büyüyünce bando şefi olacağım.

27 Aralık 2011

NEHİR


Bir tavuk çiftliğinde yaşıyor Nehir. Annesi Ağrılı, 22 yaşında dünya güzeli bir kadın. Babası Çorum'un alevi köylerinden. Başlık parasını verip almış karısını. Aşıklar birbirlerine ve  dünya güzeli iki de çocukları var. Biri daha kundakta. Görür görmez farkedersiniz Nehir'i. Kırmızı paltosuyla çiftlikte kocaman kangallarla, kedilerle birlikte  koşarak gezer. Sanki dünyaya neşe için gönderilmiş masumiyetin simgesi o. Yüzünün yarısını kaplayan kocaman yemyeşil gözleri var çakmak çakmak. Kirpikleri desen kaşına değmiş bile. Umrunda değil dünya Nehir'in  ve inadına dünyanın en mutlu çocuğudur o. İçinde insan sevgisi olan hiç kimse kayıtsız kalamaz Nehir'e.  herkesle tanışmaya meyilli.
-Merhaba, adın ne senin?
-Nehir..
-Kaç yaşindasın Nehir?
-Üç-beş.
O an anladım neden beni büyülediğini ve kafa uyumunun yaşta olmadığını.. O üç beş yaşlarında bense 27.
-Bana çiftliği gezdirir misin Nehir?
Hemen elimden tuttu.Kocaman gülümsedi bembeyaz, eli sıcacıktı.. Dünyanın en güzel yolculuğuna adım attık  Nehirle.. Gübre makinasını gördüm.
-Bu ne Nehir? dedim. Kahkaha attı en gevreğinden
-Hahaha, ondan pok akıyo pokkk bilmiyo musun üzggeee....
    Sonra sırayla ayva bahçesini, güzel elmaları, gösterdi.
    -Üssskeee, o elmaları bırak onlar gurtluuu. Aha al bunu ye...
    O bir melekti ve kocaman gözlerini bana dikmiş gülümseyerek kıpkırmızı bir elma uzatıyordu.
    -Alsana bu çok güzel!.. diyordu. Mutluluk o an Nehir'den yayılıyordu evrene. Ne dünya malı mülkü, ne derdi tasası, ne bir sevgili koynu, ne bir güzellik tacı... Hiç biri yoktu yeryüzünde o an.
    Sadece Nehir,
    ben
    ve bir kırmızı elma...

    17 Aralık 2011

    Arif

    İlk bebeğim bezdendi.  annemle Ayşe ablam beraber yaptılar. annem dikti, içini doldurdu. kuzenim de üzerine önlük ördü kırmızı ipten. "önüne ne yazalım? " dedi. Arif olsun dedim. yıllarca arkadaşlık ettik Arif'le. Arif diye arkadaşım yok, tanıdığım yok, akrabam bile yok. Ama Arif işte.

    Hürriyet Şiiri

    Alamadım hayatın
    envanterini hiç.

    Uysaydım Ahmet'e
    olurdum belki piç.

    Garbın afakını sarmış
    duvar,
    yapma sakın kitsch.

    Rasyonel aşıklardan
    kendine bir rol biç.

    Tüberkülozdan ölmeyen
    bir amca
    dikilir başucumda.

    Heyhat!
    Hayat!
    saatli imiş
    hemde bomba!
    rumba da rumba
    Barcelona!

    Denklemlerim olur,
    hepsi kurmaca..
    Maarif takvimine endeksli
    borsada bir numara.
    - X bankası vardır
    koca kumbara-
    Kafam karıştı
    Marx'tan konuşma..

    " ...Banka soymak nedir ki, banka kurmanın yanında?..."
    Dedem kokuyorum,
    fasülye ve kolonya...

    Seviyorsun sen
    Le Dö Jövar paskalya.

    Avangard değilim
    yanaşma...
    - sensörlü müyüm neyim? Heyecanlanıyorum -

    Gerçekçi entelijansiyadan
    kaçtığım günden beri,
    kaldırımları okuyorum
    Necip gibi.

    Kendimi ciddiyete davet ediyorum.
    " belki yarın, belki yarından da yakın.."

    Al sana Hürriyet
    şiiri...!
    Kazım Şimşek

    14 Aralık 2011

    ayla'ya II

    bu yıl da mı böyle geçecek Ayla? değişen bir şey olmayacak mı? memnunsan gidişatsan yerinde kalsın, dokunma. ha yok daha iyisini istiyorum diyosan da boş boş oturma. çalışmayana ekmek yok.  ayrıca iyi şeyler birden gerçekleşebilir, unutma! meri krismıs Ayla...

     

    11 Aralık 2011

    Aytaç'a

    Güneş artık hoşcakal diyordu iki dağın arasından usul usul, bizse hiç oralı değildik.. çünkü bizim işimiz rüzgarlaydı. uçurtmalarımız neredeyse görünmeyecek kadar havalanmıştı artık. yastığımız kurumuş yapraklar, halımız da çimlerdi, güzel de müzik yapıyordu şu rüzgar hani.. kuşlar mı dans ediyordu yoksa bulutlar mı karar veremedik. bulutları bir şeylere benzetmek en sevdiğimiz oyunlar arasındaydı. bir de çalı çırpı toplayıp yaktığımız ateşi izlemeyi severdik. yeri gelir gerizekalıya anlatır gibi bıkmaz üşenmez bana pes oynamayı öğretir yeri gelir araba bakımı bilgisi verir, yeri gelir balık pişirme teknikleri üzerinde kararsız kalırdık. çok güzel uçurtma yapar Aytaç.. çok da kral adamdır hani. dosttur, candır.. ama hassastır da.. adam gibi adamdır. korumuştur duygularının temizliğini , yeri geldiğinde sadece kalbiyle hareket etmesini de bilir. bazen aküsü biter aytaçın, işte o zaman parka çeker bekleriz, kullanmayız arabasını.. hayatlarımızın "kabuk değiştirme süreci"nde öğrenmiştik ki "aşk tarafından, aşkın takipçileri olarak seçilmeyenler, aşk çağırdığında işitemiyorlardı ;bu öykü onlar için değildi".. . . her zaman aktığı doğrultudan şaşan dereler gibiydik bundan böyle, göller dar geliyordu artık, rota denizdi. biz de denizli ve güneşli günler görmeliydik.. 
    gerçekler her zaman istenildiği kadar neşeli  ve iyi olmuyordu ama biz aytaçla çok eğleniyorduk.

    08 Aralık 2011

    ANKARA'NIN KUŞLARI

    Ankara'da kuşlar sınırlıdır. malum bir çeşit bozkır iklimde yaşıyoruz. bu iklim ve bitki örtüsü konusunu şimdilik bir kenara koyalım, direk derdimi anlatmak niyetindeyim. elimizdeki kuşlar şunlar:

    güvercin: en fazla populasyon onlarda. kafanızı çevirdiğiniz her yerde onlardan görebilirsiniz. şehirde sürü güdüsünü geliştirmiş ender canlılardır. o kadar nüfus sizin ailede olsa siz de ister istemez yalnız kalamazsınız. "ankara kuş aşireti" birinciliği güvercingillerdedir. mahallede, okulda, alışveriş merkezinde, bahçede, kantinde her yerde onlar var. yalnız bir problemleri var o da şu ki "ters evrim" sergiliyorlar. canlı dediğin yeni oluşumlar, yeni adaptasyonlarla yani bir nevi kendini geliştirmek suretiyle her daim bir evrim sürecindedir. bu süreç yavaş olur hızlı olur. güvercinlerinki bence çok hızlı ve fakat tersine (misal bizim okuldakiler kısırla, sucuklu tostla besleniyorlar. ve asıl sorun şu ki artık uçmuyorlar, yürüyorlar.. bu da bence tavuk olma eğilimidir) ayrıca yine bozkır iklimi insanı olmamızdan mütevellit, timsah besleyecek halimiz yok. halkımız da en çok bulunan hayvanın peşine düşmüş ve artık ankaralılar için kuş beslemek çok yabancı bir durum değil. misal bizim yasin her sabah üşenmez saat 8'de paçalı, beyaz güvercinlerini uçurmaya çıkar. apartman arasında uçuruyor gerçi ama olsun.. zevk alıyor çocuk bundan.  tabii güvercin konusunda  çalışan pek çok bilim insanımız mevcuttur. ayrınıtılı, daha güvenilir ve akademik bilgi için, aratınız: "columba sp." 

    serçe: serçeler boyut ve kütle bakımından küçük olsalar da populasyon yoğunluğu bakımından güvercinlerle yarış halindeler. bir de biyokütle dezavantajından dolayı beyinleri daha fazla gelişmiştir. yaklaşık 10 yıldır okul kantininde kuş beslemişliğime dayanarak söylüyorum. simiti atın, bekleyin, etrafınıza onlarca güvercin üşüşür. bir serçe sinsice arkada doğru zamanı bekler. sonra bir boşluktan yararlanırlar hoooopp kaptığı gibi simiti uçar gider. bazen de yine bizim tavuk güvercinlerin önünden fırt diye kapar gider ekmeğini. açık gözlü, zeki, asfur.. seviyorum seni..

    saksağan abi: ankara'ya yeni gelmiş misafiriniz onu ilk gördüğünde şöyle diyecektir "aaa kargaya baaakkk!" yadırgamayın , karganın amcaoğlu sayılır o da.. insanlar haklı.. kendisi siyah olmakla beraber kuyruklarında çok güzel mavi tüyleri vardır, göğsü ise bembeyazdır.. "ankara benden sorulur" güveniyle uçar uçar gider. eski bir dostum "saksağan abi" derdi onlara, siz de öyle seslenin, ankara'nın abisidir o.

    kumru: en sevdiğim tür. her zaman bir dişi bir erkek birey takılırlar. onlara güvercin, saksağan, serçe kadar olmasa da orta derecede sıklıkla rastlayabilirsiniz. sütlü kahve renginde olurlar. aşklarını gerek tuvalet boşluklarındaki pervazlarda,  gerek baca kenarlarında, gerekese tenha bir ağaç dalında sergilerler. meşkten olsa gerek devamlı ses çıkarırlar. bize boğucu geliyor ama kimbilir ne söylüyor sevdiceğine... aşk bu, yaşı yok, yeri yok, zamanı yok, türü ise hiç yok...


    biraz daha kırsala yani ankara'nın bağlarına indiğinizde karga, kırlangıç, kızıl şahin de görebilirsiniz. ama biz bugün burada şehir kuşlarını konuştuk. saygılar.

    04 Aralık 2011

    ekmek şarap sen ve ben

    ekmek, şarap, sen ve ben
    bir de sabahın dördü

    dışarda kar
    odamız ılık
    gözlerin ılık ılık damlarken boş kadehe
    anlattın bana ağzı sarımsak kokan bir oğlanla yattığını
    aşkı tattığını, karın dediğini ve aldattığını

    ekmek, şarap, sen ve ben
    bir de sabahın dördü

    kıskandım gogen'i tahitilim
    terlemiş vücudunu silerken
    cüzzam mikrobunu ve yaktığı kulübesini
    saçların bağlamıştı ellerimi muz kokulum
    güneşi doğurmuştu ölü cisim
    martı çığlıklarıyla bir sahil kayalığında
    nefesin vücudumu yakıyordu yer yer
    sam yelim sahra-i kebirim

    ekmek, şarap, sen ve ben
    bir de sabahın dördü

    kahrettim her şeye o gün
    babanın şarap çanağına,
    doğan güneşe
    gogen'e,
    kadere,
    sana ve bana
    ve bir de gittiğin arabanın tekerine

    ekmek, şarap, sen ve ben
    bir de sabahın dördü

    evet... ne diyordum arkadaş?
    diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
    ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
    daha sonra yaparım hayat felsefesini
    sırayla olurum fatih, selim, kanuni
    bazen kadın hamamında tellak
    bazen christoph colomb
    napolyon'ken düşünürüm elbe'de geçen günleri
    timur'ken beyazıt'ı yenişimi
    bir kere aristo'nun hocası olmuştum
    ona verdiğim dersle gurur duymuştum

    ekmek, şarap, sen ve ben
    bir de sabahın dördü

    bazen jan darc'ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
    bazen odununu ateşleyen bir cellat olurum
    eğer daha da içersem
    shakespeare halt etmiş derim karşımda
    salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinler de
    işte mozart'ın aradığı melodi diye gülerim
    enayiymiş be platon
    bir içsin de görsün ne felsefesi varmış bu alemin
    anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu

    ekmek, şarap, sen ve ben
    bir de sabahın dördü

    ıslak kaldırımlarda yürürken acırım
    önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline
    ukalalık işte derim neme lazım senin
    kendine bak; sende bir serserisin bir sarhoş
    ve yavaş yavaş kaybolur acı kahkalarım
    izbe sokaklarda
    yavaş yavaş kaybolur benliğim

    ekmek, şarap, sen ve ben

    ihsan yüce

    feryad-ı isyandır

    sen kadını aşkla yarattın ama neden, neden yine aşkla yok ediyorsun? sağ elin onu kaldırırken, sol elinle uçurumun dibine çarpıyorsun, neden? ağzının içine hayatı üflüyor, kalbine de ölümün tohumlarını ekliyorsun. ona mutluluğun yolunu gösteriyorsun ama onu mutsuzluğun yollarına gönderiyorsun; ağzına mutluluğun şarkılarını veriyor ama sonra da dudaklarını hüzünle kapatıyor, dilini acılarla zincire vuruyorsun. o gizemli parmaklarınla onun yaralarını sarıyor ve kendi ellerinle onun hazlarının etrafına korkulu acılar çekiyorsun. onun yatağında hazları ve sükuneti saklıyor ama kenarına maniler ve korkular koyuyorsun. ONUN SEVGİSİNİ HAREKETE GEÇİRİYORSUN AMA SONRA DA SEVGİSİNDEN AYIPLAR YÜKSELİYOR.... onu gözyaşlarıyla en saf hale getiriyorsun ama gözyaşları içinde akıp gidiyor...cibran


     

    frida

    Ben iki kere kaza geçirdim, Diego. Biri sen diğeri otobüs, sen daha çok acı verdin.
    FRİDA

    03 Aralık 2011

    umut vaad eden bilim insanlarına tavsiyeler V

    makaleleri mutlaka sonuna kadar oku. yarıya kadar okuyup, sonunu kendin tahmin etmeye çalışma. bilime kendi kendine anlam yüklemiş oluyorsun. o kadar da heyecanlı bitmiyor çoğu.

    Cananlara Tavsiyeler- V

    "sadece sana sarılıp uyumak istiyorum" kelimeleri öyle bir an gelir ki dünyanın en acıklı cümlesini oluşturabilir. Eğer bir hastane odasında bir kız çocuğu annesine  söylerse mesela... Annen hayattaysa eğer kafanı kır ama asla onun kalbini  kırma.

    02 Aralık 2011

    küçükken abimle çok film izledik.

    Küçükken abimle çok türk filmi izlerdik. filmleri hep en sevdiğim yerde kesiyorlardı. kavuşuyorlardı kadınla adam. orada bir problem yoktu. pek de güzel oluyordu. ama ya sonra? evleniyorlar mıydı? aileleri anlaşabilmiş miydi? kayınları, görümceleri, teyze kızları var mıydı? kadın  kahvaltı hazırlıyor muydu kocasına? adam omleti tuzlu bulduğu için söyleniyor muydu hiç? düzenli bir işi oluyor muydu adamın? akşam eve gelirken mandalina getiriyor muydu? arabaları var mıydı? haftasonları pikniğe gidiyorlar mıydı? mangal yakıyor muydu adam? kadın süsleniyor muydu akşam kocasını evde beklerken? kavga ediyorlar mıydı hiç?  "ömür boyu mutlu mesud yaşadılar" diye bir şey gerçekten var mıydı?

    susarak özlemek.

    "beni hüzünlü dizelerini seven bir şair gibi sevmeni istiyorum. beni, bir havuzun içinden su içerken suyun yüzeyine yansıyan imajını hatırlayan bir gezgin gibi hatırlamanı istiyorum. beni, daha dünyanın ışıklarını görmeden ölen bebeğini hatırlayan bir anne gibi hatırlamanı istiyorum ve beni, henüz affedildiğinin haberi varmadan ölen mahpusu hatırlayan iyi kalpli bir kral gibi hatırlamanı istiyorum" cibran

    01 Aralık 2011

    devrim mi?☭

    Geçmiş kuşaklar tarafından yapılmış, görebildiğimiz her şey, görünür hale gelmezden önce, insanın kafasındaki bir düşünce veya kadının kalbindeki bir dürtüydü. Pek çok kanın dökülmesine ve insanın aklını özgürlüğe doğru çevirmesine sebep olan devrimler, binlerce insanın arasında yaşayan tek bir insanın fikriydi. İmparatorlukları yıkmış büyük savaşlar, bir bireyin aklında mevcut olan tek bir düşünceydi. İnsanlığın gidişatını değiştiren en değerli öğretiler, dehasıyla diğerlerinden ayrılan tek bir insanın fikirleriydi. Tek bir düşünce piramitleri inşa etti, müslümanığın zaferini sağladı ve Alexandria'daki kütüphanenin yanmasına sebep oldu. Cibran

    aşk mı?♥

    Aşkın sadece uzun süreli ilişkilerden ve azimle yapılan kurlardan oluşabildiğini düşünmek yanlıştır. Aşk, ruhsal eğilimin meyvesidir ve bu eğilim bir an içinde oluşmazsa artık yıllar boyunca, hatta jenerasyonlar gelip geçse de bir daha oluşmayacaktır.
    Cubran Halil Cubran

    30 Kasım 2011

    kırık kanatlar

    "bana mutluluktan söz etme, anısı beni mutsuz ediyor. bana huzurdan söz etme, gölgesi beni korkutuyor. ama bak bana! sana, cennet'in kalbimin külleri içinde yaktığı mübarek feneri göstereceğim. seni bir annenin biricik çocuğunu sevdiği gibi sevdiğimi biliyordun. aşk seni kalbimden dahi korumayı öğretti bana. beni, seninle birlikte uzak diyarlara gitmekten alıkoyan şey, ateşle temzlenmiş olan o aşk'tır. aşk, senin özgürce ve erdemli bir şekilde yaşamana imkan vermek için, içimdeki arzuyu öldürüyor. sınırlı aşk, sevdiğini sahiplenmek; sınırsız aşk ise sadece kendini ister. gençliğin saflığı ve uyanışı arasına düşen aşkkendini, sahiplenme ile tatmin eder ve sarılmalarla büyür. ama gökkubbenin kucağına doğan ve gecenin sırlarıyla inen aşk, ebediyet ve ölümsüzlükten başka hiçbir şeyde huzur bulamaz, ilahi varlık dışında hiçbir şeyin önünde hürmetle eğilemez."
    halil cibran
    kırık kanatlar
    (sahrud, 30.11.2011 11:14)

    29 Kasım 2011

    Özü sözü bir kadına...

    Üzerinden AS 900 kamyon geçmiş kadar yorgun bir geceydi. Üstelik adının hakkını veren ayaz Ankara 'yı susturmultu yine. Dostlar, trafik kazasından sonra yaralıyı acil servise götürür gibi doğru onun evine götürdüler beni.  Sıcacık bir banyo hazırladı önce, sonra mis kokan temiz çamaşırlar getirdi. Özellikle tembih etti, "gözünü açma ve ben çağırmadan salona gelme!!!" Isıttığı pidelerin kokusu odayı doldurmuştu. Anlamıştım Samsun pidesi ısttığını ama ben de bozmak istemiyordum bu süprizi, sadece şevkate ihtiyacım vardı  ve o beni yavrusuymuşum gibi şımartıyordu zaten.. İyice doyurduk karnımızı.  Oturduk sallanan sandalyelere, yaktık sigaraları. O meşhur lafı da söylemeden edemedik tabii; dedemin lafıydı aslında bu, her yemekten sonra sobanın yanındaki mindere oturur, sırf dem çayını yudumlar, sigarasını yakar ve "ister zengin ol ister fukara, her yemekten sonra yak bir cigara".  "Yapma artık gözünü seveyim, kendini bu kadar hiçe saymana bir anlam veremiyorum" dedi. Az evvel annem olan kadın şimdi savaş boyalarını sürmüş bir amazon gücündeydi,  çakmak çakmak bakıyordu gözlerimin taa içine. "Şu tırnaklarnın haline bak, iyice vazgeçmişsin kendinden, saçmalamaya başladın" Sustum, haklıydı. Anlıyordu insandan, biliyordu yara sarmayı, kendisi sarmıştı kendi yaralarını.  Güzel sanatlar fakültesine isim benzirliğinde çıkan bir yanlışlıkla onun yerine başkasını aldıklarından beri gülmemişti büyük şanslar yüzüne. Ama mutluydu ve çok güzeldi. Geçtiği her yere parfüm kokusuyla birlikte iyi niyet de saçıyordu... Nasıl dimdik durulur hayatta bağıra bağıra gösteriyordu susarak. Bir keresinde bacağındaki morluğu sordum, "market poşetlerini taşırken vuruyorum galiba" dedi.  Tek başına direniyordu işte bir şekilde. üzmüşlerdi onu ve evet o da  yaralamıştı birilerini. Hayattan aldığı darbeleri bir daha yememek için zırhlar yapmıştı zarar gören uzuvlarına. Gerçi yıldırım bir kez düştüğü yere bir daha düşmezdi ama olsun, o her zaman önlemini alırdı... Ve biliyordu ki o yumuşak karnını gösterdiği anda, yine mızrakların hedefi olacaktı.  Gülerek konuşmaya başladı neden sonra "Oğlum ağlama duvarı yaptınız koltuğumu. Siliyorum çıkmıyo da, işte şu yastıktaki senin rimel izin, sırttaki de Ayla'nın". Gülüştük yine. Uyuduk sonra. Enerjisi ve güzelliği hiç bitmeyecek gibiydi "özü sözü bir kadın". Ben kalktığımda çoktan süslenmişti. Kalemi aldım masanın üzerinden.

    ""şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum." dedi. "bu eksiklik sana değil, bana ait...bende inanmak noksanmış... beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... bunu şimdi anlıyorum. demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar.... ama şimdi inanıyorum... sen beni inandırdın. seni seviyorum. deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum... seni istiyorum...içimde müthiş bir arzu var... bir iyi olsam!" Sabahattin Ali

    Kasım 2011

    28 Kasım 2011

    Ayla'ya

    Yunan tanrıçalarına benziyordu Ayla ve ağız dolusu gülümsüyordu. Dişlerindeki parıltıyla ışıldayan gülüşü dünyayı değiştirebilecek güçteydi. Beyaz şömineli evinde mavi çaydanlıkla su kaynatıyordu. "Lavanta çayı iyi gelir sana, sakinleşirsin hemen" dedi… Benim derdime odaklanmıştı, canla başla kahve telvelerinin bıraktığı izlerden güzel şeyler söylemek istiyordu. Bol bol balık çıkarmıştı falımda."Her şey güzel olacak" diyordu, "bırakırsan kendini, artık kendine dönersen kaybolmayacaksın bu pisliklerin içinde". Onun kahve falında da ilkokul anı defterlerinin kült cümlesi vardı “kalbi kadar temiz" bir okyanus.. dağlar.. yollar.. yeşillikler.. cıvıldayan kuşlar…
    Göl kenarındaydı ev, sakinleşmemek elde değildi. Şöminenin kenarındaki sepetten yazın beraber kırdıkları  odunlardan attılar sömine ateşine, harladı alev. Üç tane  mum yanıyordu masada, dumanını alıyordu sigaranın. Sıcacıktı ev. Dışarda rüzgar bahçedeki ayva ağaçlarını sallıyordu, Tarkovsy filminden kesip atılmış fazla bir kare gibi görünüyordu camdan. Ateşteki mavi renge takılmıştı gözüm. Sustuk uzun  bir süre, çünkü beraber susabileceğin insanlar azdır, biliyorduk ikimiz de..  Sesi geldi  sessizliğin.    Anladık birbirimizi ve zaten anlaşmak için illa kelimelere ihtiyaç olmadığını çok önceden öğrenmiştim. Ne güzel bir insandı Ayla. Sevgisi de kocaman. "Demlenmiştir lavantalar" dedi. Kalktı usulca, yünden patiklerini sürüye sürüye bir kuğu gibi yüzerek gitti mutfağa. Çaylardan birer yudum aldık, sıcaktı. Ateşin başında oturuyorduk, sıcaktı. Düştü çenemiz sonra, sohbetimiz sıcacıktı. Biraz ondan biraz benden biraz mültecilerden derken dünyayı kurtarmaya kadar gelmişti yine konu, aktı gitti zaman. Dedesinden yadigar radyoya gitti eli. Bir şarkı yayıldı odaya o düğmeye basar basmaz. Ne de dertli söylüyordu Yıldız Tilbe ve biz bu kadını bu kadar sevmemize rağmen nasıl oluyor da bu şarkıyı bilemiyorduk. Sustum, sustu, sustuk. Çay çok güzel kokuyordu...

    28 kasım 2011

    22 Kasım 2011

    İstanbul-Ankara

    İstanbullularla Ankaralıları hızlıca kavuşturmak için yarmışlar Bolu dağını ve Ankaralı körfezin büyük fabrikaları arasından geçerek varır İstanbul’a. İstanbul’u ilk defa gören Ankaralı hayatın hızlı aktığını söyler bu şehir için. İnsanlar devamlı doğuma yetişecek doktor gibidir.
    Varır varmaz yedi tepeye, karışmaya başlar kafası. Vapura binerken tedirgindir. Suya düşecek sanar kendisini. Normal bir insan gibi vapura binip manzaranın keyfini çıkaracağına Ankaralı suyun (denizden bahsediyor)  soğuk olduğundan ve acaba hiç düşen olmuş mudur?  ya da vapur batsa ne yaparız?  diye düşünür devamlı. Denizanası onun için ihtiyaç olmaksızın evrimleşmiştir. Ve bu düşüncesini “ne işe yarıyo la bu?” gibi anlamsız dışavurumla dile getirir. Balıktan da çok anlamaz. Denizden çıkan biraz büyük bir balığı sazan ya da turna sanır. Bindiği vapur yanaşırken iskeleye vapuru korumakla görevli araba lastiklerinin çıkardığı sese takılır kafası.
    Martıları sever Ankaralı. Memur gibi der, simitle karnını doyuruyor. Karşı kelimesi çözülmesi sıkıntılı bir problemdir. Devamlı nerde olduğunu şaşırır. Avrupa Yakası sözcüğünün anlamını harita ve atlasa baksa da anlamaz. Birinci-İkinci Köprü,  akıntı, karşı, çarşı, poyraz, galata köprüsü ve galata kulesi, çımacı, poyraz, karayel gibi kelimelerin anlamını bilmeden ölür Ankaralı. Harem , Esenler, Ataşehir gibi yerlerin ortak adıdır AŞTİ.
    Sadece Haremden günde iki milyona yakın insanın giriş çıkış yaptığını öğrendiğinde inanmaz. Söylemez bunu, ama inanmaz. Ankaralı Ankara’da İstanbul takımlarını tutarken İstanbul’a vardığında Ankaragücü’nü över İstanbul takımlarına söver. Onun için varsa yoksa 19  Mayıs stadyumudur. Diğerleri de ya ondan büyüktür, ya da küçük. Önce galata kulesi ile hesaplaşmaya başlar. “ Bi numarası yok aslında, Atakule daha uzun” der kendi kendine. Ona göre İstiklal caddesi; Karanfil sokakla Konur sokağın uç uca eklenmesi ile Ankara’da zaten  görebileceği bir yerdir.
    Ankaralı sevmez İstanbul’u. İster sevmeyi ama sevemez. Ama şunu iyi bilir. Ana rahminde sorulsaydı nerde dünyaya gelmek istersin diye, kesinlikle İstanbul derdi Ankaralı. Belki sadece doğmadığı için sevmez bu memleketi. 
    Hasan Göktaş'tan...

    21 Kasım 2011

    Sevgilim

    Sevgilim, bu ayak sesleri, bu katliâmda hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu,
    fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan
    gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman..
    Nazım Hikmet Ran

    20 Kasım 2011

    öptü beni





    öptü beni :
     «— bunlar, kâinat gibi gerçek dudaklardır,» — dedi.
    «bu ıtır senin icâdın değil, saçlarımdan uçan bahardır,» — dedi. 
    «ister gökyüzünde seyret, ister gözlerimde : 
    «körler onları görmese de, yıldızlar vardır,» — dedi...

    19 Kasım 2011

    7 sene önceki Şahrud'a göndermek istediğim mektuptur.

    Her şey güzel olur şahrud. (Her şey) . Nasıl oluyorsa kendini zamanın kollarına bırakıp sakince bir köşede beklersen birden bakıyorsun her şey yoluna ve hoşuna gitmeye başlıyor. ben gelirken bir leylak kokusu vardı. Leylak kokusunu çok seversin sen, taze biçilmiş çimen kokusunu bi de en çok yağmurdan sonraki toprak kokusunu.. Bir an önce aynı yoldan geçmek istiyorum. Balıkları da çok seversin sen.sahi  balıkların vardı senin ne oldu onlara? Ne güzel uyuyordun su sesiyle birlikte, üstelik onları eğitmiştin bile. Öyle ya her yem atışından önce ojeli parmaklarını oynattığından , artık yem atmasan da her parmak oynatışında hareketlenip yüzeye yaklaşıyordu.. kaktüsün vardı odanda, fesleğenin... Sigara içince annen kokuyu alıp da laf etmesin diye koparıp bir lokma ağzına atıyordun.. ya pazılların? çerçeveletmedin ve hala yatağının altındalar mı? bir hevesle alıp yarıya kadar okuyup kitaplıkta tozlanmaya attığın Oğuz Atay kitaplarına ne demeli? Bu kadar mı yoğunsun, okul, iş, güç, arkadaşlar, aile, para, dersler... Bunlardan ibaret mi senin bütün yaşam planın.. En son ne zaman yüzdün şahrud? ne zaman sabah koşusuna gittin? Ne zaman çıplak ayak çimlerde yürüdün? hiç gereği yokken ne zaman dostuna en sevdiği albümü aldın? sadece ama sadece kendine ayırdığın o meşhur gün ne zaman gelecek? yarın mı? haftaya mı? vizelerden sonra mı? ya sonrası yoksa şahrud? o zaman ne yapacaksın? Şu anda aşık olduğun gözünü kapatıp düşlediğin adam 7 yıl sonra yanında olacak mı sanıyorsun şahrud? Günlük tutardın evvelden ne oldu ona? nerede şimdi? eski kasetlerin yanına mı kaldırdın? ne oldu radyodan doldurduğun karışık kasetler? arkasını özenle bantlayıp da üzerine şarkıları yazdığın hani. en sevdiğin meyvelerden kendine salata yaptın mı hiç? ama ona yaptın.. senin ayağın üşüdü ama ona sıcak su torbasını verdin. O gider Şahrud.. durmazlar giderler onlar. sen ne verirsen ver, ne kadar verirsen ver...sen önce kendi hayatına sahip çıkmadıkça o hep daha fazlasını isteyecek. sen verdikçe alışacak ve artık senin hayatın yavaş yavaş izlerini yitirecek, artık ikiniz birden "O"nun hayatını yaşayacaksınız.. onun sevdiği müzikleri dinleyeceksiniz.. onuns evdiği yerlerde yiyeceksin.. Evet şu anda sorumlulukların var, bunaltıyorlar seni.. Ama inan ki, küçük bir sorumsuzluğun doğurduğu durumlar öyle büyük bir belaya dönüşebilr ki şaşar kalırsın. ortada hiç bir şey yok sanırsın bi de bakarsın duvara toslamışsın. pert olmuş hayatın. Kendini zamana bırakırken elinden geleni ardına koyma can. kendin için bir şeyler yap. Çünkü bugün kafana taktığın şeyler iki yıl sonra hiç işine yaramayacak. Sadece yaşanacak onca güzel şey varken sen hayatı boşa almış ve zaman kaybetmiş olacaksın. Oysa zaman madem bu kadar kısa bizim hiç kaybedecek vaktimiz olmamalı...
    sevgiyle kal
    yine herkesi sev, ama dozunu bil,
    fazla sevmekten de ölür insan,
    unutma,
    öperim gözlerinden,
    o kadar çok okuma,
    biraz cahillik iyidir,
    o filmleri izlemeye devam et,
    ha bi de gözünü seveyim çok içme,
    sivilcelerin için dertlenme geçiyorlar,
    bu kilo da senin yaşına çok uygun,
    o yeşil parkayı atma, sakla..
    gittim ben..
    iyi bak, su, yatak, toprak, balık, kuş,
    KAsım 2011

    Hayat Bize Mutlu Olma Şansı Vermedi Sevgili!



    Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili,
    biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz acısını acımız yaptık çünkü.
    Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın göz yaşı bile içimizi parçaladı.
    Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk...
    Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili...
    Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım.
    Yaşamak ne güzeldir be sevgili...
    Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek...
    Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın...



    Yılmaz Güney

    18 Kasım 2011

    ve en son "karım beni terk ettiğinde mi içki içmeye başladım yoksa ben içki içmeye başladım diye mi o beni terk etti; hatırlamıyorum" dedi adam...
     

    kunduram sandukam zembilim



    kunduram su aldı da yürüyemiyom
    diyorlar yar senden vazgeçmiş inanmıyom
    içime korku düştü derdimi dökemiyom
    kunduranı yama, dertlerini yama
    ne şan şöhret isterim
    ne servette aklım kalır
    sen gidersin can gider, gerisi burda kalır
    parası da pulu da yerin dibine batsın
    sen bana ben sana hasret mi öleceğiz?
    düşümde seni gördüm
    uzanmış yatıyordun
    bal dudaktan öptüm
    sandukamda potur var, göynek var giyemiyom
    menzilim uzaktır yanına varamıyom
    dertlerin birini saysam birini sayamıyom
    bir sevda türküsü tutturdum da gidiyom
    düşümde seni gördüm
    ayazda yatıyordun
    koştum üstünü örttüm.
    zembilimde katık var ekmek var yiyemiyom
    lokmalar dizilmiş boğazıma yutamıyom
    yıldızları görsem, denizi göremiyom
    bir özgürlük çayına hasret mi öleceğiz?
    düşümde seni gördüm
    için için ağlıyordun
    al yanaktan öptüm....

    içe işleyen şarkı

    "bize camasira gelen bir fatma hanim vardi, radyoda okunan mevluda aglardi. sonra annem de katilirdi aglamaya. ben onlari paylardim, sen anlamazsin derlerdi. gercekten anlamiyordum nasil agliyorlardi hicbir sey anlamadiklari halde? simdi ben de soylediklerimi anlamasalar bile bana aglamalarini istiyorum. insanlari aglatmanin bu kadar guc oldugunu bilmezdim. aslinda kendimi de aglatamiyordum." O.Atay

    boynu bükük tır

    dev gibi tırın boynu bükük bir şekilde yol kenarında beklemesiyle duygulanan çocuk

    umut vaad eden bilim insanlarına tavsiyeler IV

    literatür taramak zevkli bir uğraş olabilir. ama senin asıl işin o makaleleri okumak unutma. sadece makale indirerek tez yazılmıyor.

    16 Kasım 2011

    Cananlara Tavsiyeler- IV

    elinde soğan kokusu kalırsa bıçağı ıslat ve eline sür. çelik, suyla birlikte bütün kokuyu alır.

    Ozan Doğan'dan İnciler- I

    Her değişim bir öncekinden değişiktir.

    Cananlara Tavsiyeler- II

    yarım bırakıp da dolabının üstüne koyduğun pazılının üstünü mutlaka ört. ne menem bir tozdur o ya!

    Cananlara Tavsiyeler- III

    salonda saçını tarama anneler çok kızıyor.

    Cananlara Tavsiyeler- I

    eline krem sürdükten sonra oje sürme. Sürrealist çalışma gibi oluyor.
    Soyut durumun somut tahlilini yapmam gerekiyor. ama şu saat olmuş ben hala eldiven örüyorum. iyi günler.

    İstanbul'dan mektup

    ‎...
    Akıllıdır Münevver,
    nasıl olsa, ne yapıp eder,
    falan filân diye kendini avutma.
    ...
    Dertlerimi aklında tutma,
    unut,
    beni unutma... 

    1956

    ÖNCELEYİN

    ...
    bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde
    sen çıkardın utancını duvara astın
    ben masanın üstüne koydum kuralları
    her şey işte böyle oldu önce.

    Cemal Süreya

    "kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor..."



    'fakat allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? yok. peki albayım. ben de susarım o zaman. gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? sorarım size: nasıl? kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. küçük oyunlar istemiyorum albayım. ''canım, bugün üzgün görünüyorsun.'' demek istemiyorum. ''istemiyorsan buluşmayalım.''dedi geçen gün. buyrun bakalım. ben de çekilmez huysuzluklar etmiştim; bu sonuca katlanmalıydım. ben ne yaptım? neyse, geçelim albayım. fakat beni anlıyor. bütün geçmişimi anlattım ona, hep haklı çıktım. işte; böyle anlarda çileden çıkıyorum albayım: kendimi unutup zafer sarhoşluğuna kapılıyorum. oysa bütün bu ilişki bir can sıkıntısı yüzünden başlamıştı.''

    Oğuz Atay/Tehlikeli Oyunlar

    SEYİRCİLİ SEYİR DEFTERİ

    uyarım içimin sesine
    varsın bozuk olsun pusula
    sular nereye götürürse
    karalar çok sınırlıdır
    dünya denizden ibaret
    vira demir, eyvallah!
    varsın sizin olsun rüşvetli,pet şişeli, kasvetli
    dolarlı, deutsch marklı, multi, mega medyalı
    hem aidsli hem nükleer bombalı,hem kardeş kavgalı,
    terbiyesiz,kültürsüz, saygısız
    denizinde sebzeler yüzer,
    yeşili traşlı keltoş
    çimentosu, göğü delen gökdelenler arasından denize bakan,
    çok arabesk
    ne zırvalasan rep
    çalışmak çok ayıp, hırsızlık grekoromen
    kenefleri denize akar dünyanız
    varsın sizin olsun
    güneş doğdu, gök günaydın turuncu
    henüz ortada yok huzur bilinci
    içimden garip bir ses, al demiri git diyor!

    15 Kasım 2011

    bir çocuğun gözünde merdaneli çamaşır makinesinin yarattığı korku, cehennem korkusunun yanında bir hiç kalır!
    Ö. B. 

    ....
    Bütün dünyayı ilgilendiren, çok önemli bir mesele daha var. Yarın sabah saat yedide, Ay, dünyamıza bindirecek. Bundan kimsenin haberi yok. Ünlü  ingiliz fizikçisi Wellington da bu hususa işaret etmişti; ama tarih bildiremediği için herkes ona gülüp geçmişti. Ay'ın zayıf yapısını düşündükçe, sonucu daha çok merak ediyorum. Sanırım Ay'ın Hamburg'da yapıldığını da bilmiyorlar... Yapan da cahil, kimyadan anlamayan , topal bir fıçıcı. Onun içindir ki, ayda yaşanmaz... Toprağında bitki yetşmez. Havası da çok boğucu. Fıçıcı, Ay'ı yaparken yağlı halatla bağladığı için ziftler bulaşmış... Bazı yerlerinin karanlık görünmesinin sebebi bu... Ay hakkında bir gerçeği daha belirtmeliyim: Bu lekeli tepsi, insanların  sandığı kadar uzak değildir. Ayağa kalktığımız zaman burunlarımız değecek kadar yakındır. Burunlarımızı göremeyişmizin sebebi budur. Öyle ise, Ay'ın yeryüzüne bindirmesi sırasında ilk ezilen burunlarımız olcaktır. 
    ....

    bu bizimki


    Yıkıcı bir aşk bu,
    Yıkıyor milletin ortasına
    Tutku yükünü.
    Bölücü bir aşk,
    Ekmeği suyu bölüyor
    Günde üç öğün.
    Hain bir aşk bu,
    Sizin eve hırsız girer
    Onunkine polis.
    Yasadışı bir aşk ,
    Evlenmeyi
    Hiç mi hiç düşünmüyor.
    Soyguncu bir aşk bu,
    En sıradan ezgilerden
    Sevinçler devşiriyor.
    Kökü dışarda bir aşk,
    Dante ile Beatrice'inkine
    Fena öykünüyor.
    İşgalci bir aşk bu,
    Samanlık sevişenin diyor
    Başka şey demiyor.
    Cemal Süreya



    yarim kalmis öyküler

    madem ki bir askin var, ne güzel
    tadini çikar...
    her seye bosver ve aski yasa...
    ille de büyük ask olmasi gerekmez;
    yasanan her ask büyüktür, yeter ki çikarmasini bil...
    çok büyük umutlar baglama,
    yarini hiç düsünmeden,
    günü gününe
    sev, sevginin tadini çikar...
    sevgide gelecegi düsünürsen aski bombok edersin.

    sakin haaa ...
    sonsuz monsuz diye herifin basini yeme...

    her seye bosver;
    öylesine sev ki, sevdigin erkegi bile umursama,
    salt kendin için sev,
    bencilce yasa aski, bütün maddesiyle...
    yasamdan elinde kala kala salt
    yasadigin sevgiler kalir sonunda,

    aslolan asktir yasamda...
    dolu dolu, dolu dizgin,
    zilzurna,
    saniye saniye aski yasayarak sev...
    iki yil, üç yil sürecek diye
    umutlanip enayilik etme...
    ister sürer, ister sürmez....
    sen o ani yasa yeter ki...
    yitirdigin zaman; yasadiklarini kazanmis olacaksin...
    sonunda elbet yitireceksin, ama
    yitirecegini hiç düsünme;
    çünkü ayni zamanda kazanmissindir da...
    anilar kazaniyorsun daha ne...
    iç o zaman, sarhos ol...
    yüce yüce seyler düsünme
    severken, sevgiyi berbat edersin;
    çünkü sevginin kendisinden daha yüce bir sey olmaz...
    aferin sana seviyorsan,
    seviliyorsan...
    sakin kuskulara kapilma.
    severken yirmi yil sonrasini degil,
    yirmi dakika sonrasini bile düsünme...
    an an yasa, derin derin hem de...
    afferin sana...
    çok sevindim.
    ise güce bosver...
    keyfince yasa, sev...
    sevildikce sev,
    sevilmeyince de tastamam bosver
    ve o zaman o güzelim
    yalnizligina saril...
    o yalnizlik ki, bütün
    sevgilerden daha güzeldir
    ve sonunda .........
    kollarimizla sarariz...
    o zaman da hiç üzülmeyeceksin.
    çünkü nasil olsa, siginacak bir
    yalnizligimiz var;
    günün birinde anamiz bile bizi birakir gider,
    ama o yalnizligimiz,
    biz yasadikça bizi hiç birakmaz...
    severken bunlari düsünme,
    lütfen yarinsiz sev ki, sevginin
    tadini çikarasin.

    hadi, sevgiyle öperim. yasa sen...

    aziz nesin


    14 Kasım 2011

    O tirad

    bak beyim,
    sana iki çift lafım var.
    koskoca adamsın.
    paran var, pulun var, herşeyin var. 
    binlerce kişi çalışıyor emrinde.
    yakışır mı sana ekmekle oynamak.
    yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak.
    ama nasıl yakışmaz.
    sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saaddeti çok gören.
    anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor.
    ama ben boşuna konuşuyorum.
    sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. hıh.
    sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi saim bey.
    sen mi büyüksün?
    hayır ben büyüğüm, ben, yaşar usta.
    sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç.
    gözümde pul kadar bile değerin yok.
    ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiç birşey yapamayacaksın.
    yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi.
    çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız.
    bizler birbirimizi seviyoruz.
    biz bir aileyiz.
    biz güzel bir aileyiz.
    bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun.
    dokunma artık aileme.
    dokunma çocuklarıma.
    dokunma oğluma.
    dokunma gelinime.
    eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemis olan ben, yaşar usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni.
    anlıyor musun.
    vururum ve dönüp arkama bakmam bile.(çıkar)

    anneler kaçar gibidir

    söyle ben saçlarımı kestirsem ne olur
    bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur

    herkes annesi sanır bir kısır yalnızlığı
    oysa herkesin annesi aslında bir baruttur

    eylülden ürken temmuz şafaktan korkan gece
    dağları bölümleyen o babadan kaçan sudur

    hatırla her gün bir çalar saatle oynadığını
    çalar saatler bir çocuğun uyanılacak uykusudur

    soğuk iklimler, kırımlar akar gider derisinden
    çalıp söylediği öğrenip oynadığı bir tabuttur

    anne saklanır, baba koşar, günleri münleri bölerler
    anne de baba da parça parça bir geyik yavrusudur

    birinin sırtı ince, birinin elleri kalın
    ikisi de bir gölün saygıdeğer komşusudur

    ey hayalin sonsuz çalıştığı gölleri bölmek dönemi
    o zaman artık bir yerlerde hazin mevlutlar okunur

    dersin ki ayışığı kimin babası kimin oğlu o zaman
    sanki herkesin işi bir bölmedir, uzun uzun solunur

    senin şarkın bir avcı borusudur ormanları tutar
    büyür, yankılanır, bir kale yıkıntısında saygıyla durur

    ey en bilge sesi gelip duran sonra akan suların
    bilirsin her akşam nasıl öksüz, nasıl güçlükle olur

    her akşam nerden baksan yine de bir eksiği doldurur
    babalar geri çekilir, anneler onlara teslim olur

    saçlarımı hep kestim tutacak kadar kalmasın dedim
    çünkü bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur

    günleri bölümlediler ve sonra suya gittiler çoğu
    babalar hep perşembe, anneler hep cuma olur

    Turgut Uyar (Su uyanmaz)