bişeyler bişeyler

Fotoğrafım
Ankara'nın bağlarından geliyorum, China
Tuhaf kostüm ve aletlerle göllere girip çıkan birisiyim. kurumuş yapraklara basmayı seviyorum. mikroskop fotoğrafçılığı yapıyorum. büyüyünce bando şefi olacağım.

30 Kasım 2011

kırık kanatlar

"bana mutluluktan söz etme, anısı beni mutsuz ediyor. bana huzurdan söz etme, gölgesi beni korkutuyor. ama bak bana! sana, cennet'in kalbimin külleri içinde yaktığı mübarek feneri göstereceğim. seni bir annenin biricik çocuğunu sevdiği gibi sevdiğimi biliyordun. aşk seni kalbimden dahi korumayı öğretti bana. beni, seninle birlikte uzak diyarlara gitmekten alıkoyan şey, ateşle temzlenmiş olan o aşk'tır. aşk, senin özgürce ve erdemli bir şekilde yaşamana imkan vermek için, içimdeki arzuyu öldürüyor. sınırlı aşk, sevdiğini sahiplenmek; sınırsız aşk ise sadece kendini ister. gençliğin saflığı ve uyanışı arasına düşen aşkkendini, sahiplenme ile tatmin eder ve sarılmalarla büyür. ama gökkubbenin kucağına doğan ve gecenin sırlarıyla inen aşk, ebediyet ve ölümsüzlükten başka hiçbir şeyde huzur bulamaz, ilahi varlık dışında hiçbir şeyin önünde hürmetle eğilemez."
halil cibran
kırık kanatlar
(sahrud, 30.11.2011 11:14)

29 Kasım 2011

Özü sözü bir kadına...

Üzerinden AS 900 kamyon geçmiş kadar yorgun bir geceydi. Üstelik adının hakkını veren ayaz Ankara 'yı susturmultu yine. Dostlar, trafik kazasından sonra yaralıyı acil servise götürür gibi doğru onun evine götürdüler beni.  Sıcacık bir banyo hazırladı önce, sonra mis kokan temiz çamaşırlar getirdi. Özellikle tembih etti, "gözünü açma ve ben çağırmadan salona gelme!!!" Isıttığı pidelerin kokusu odayı doldurmuştu. Anlamıştım Samsun pidesi ısttığını ama ben de bozmak istemiyordum bu süprizi, sadece şevkate ihtiyacım vardı  ve o beni yavrusuymuşum gibi şımartıyordu zaten.. İyice doyurduk karnımızı.  Oturduk sallanan sandalyelere, yaktık sigaraları. O meşhur lafı da söylemeden edemedik tabii; dedemin lafıydı aslında bu, her yemekten sonra sobanın yanındaki mindere oturur, sırf dem çayını yudumlar, sigarasını yakar ve "ister zengin ol ister fukara, her yemekten sonra yak bir cigara".  "Yapma artık gözünü seveyim, kendini bu kadar hiçe saymana bir anlam veremiyorum" dedi. Az evvel annem olan kadın şimdi savaş boyalarını sürmüş bir amazon gücündeydi,  çakmak çakmak bakıyordu gözlerimin taa içine. "Şu tırnaklarnın haline bak, iyice vazgeçmişsin kendinden, saçmalamaya başladın" Sustum, haklıydı. Anlıyordu insandan, biliyordu yara sarmayı, kendisi sarmıştı kendi yaralarını.  Güzel sanatlar fakültesine isim benzirliğinde çıkan bir yanlışlıkla onun yerine başkasını aldıklarından beri gülmemişti büyük şanslar yüzüne. Ama mutluydu ve çok güzeldi. Geçtiği her yere parfüm kokusuyla birlikte iyi niyet de saçıyordu... Nasıl dimdik durulur hayatta bağıra bağıra gösteriyordu susarak. Bir keresinde bacağındaki morluğu sordum, "market poşetlerini taşırken vuruyorum galiba" dedi.  Tek başına direniyordu işte bir şekilde. üzmüşlerdi onu ve evet o da  yaralamıştı birilerini. Hayattan aldığı darbeleri bir daha yememek için zırhlar yapmıştı zarar gören uzuvlarına. Gerçi yıldırım bir kez düştüğü yere bir daha düşmezdi ama olsun, o her zaman önlemini alırdı... Ve biliyordu ki o yumuşak karnını gösterdiği anda, yine mızrakların hedefi olacaktı.  Gülerek konuşmaya başladı neden sonra "Oğlum ağlama duvarı yaptınız koltuğumu. Siliyorum çıkmıyo da, işte şu yastıktaki senin rimel izin, sırttaki de Ayla'nın". Gülüştük yine. Uyuduk sonra. Enerjisi ve güzelliği hiç bitmeyecek gibiydi "özü sözü bir kadın". Ben kalktığımda çoktan süslenmişti. Kalemi aldım masanın üzerinden.

""şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum." dedi. "bu eksiklik sana değil, bana ait...bende inanmak noksanmış... beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... bunu şimdi anlıyorum. demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar.... ama şimdi inanıyorum... sen beni inandırdın. seni seviyorum. deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum... seni istiyorum...içimde müthiş bir arzu var... bir iyi olsam!" Sabahattin Ali

Kasım 2011

28 Kasım 2011

Ayla'ya

Yunan tanrıçalarına benziyordu Ayla ve ağız dolusu gülümsüyordu. Dişlerindeki parıltıyla ışıldayan gülüşü dünyayı değiştirebilecek güçteydi. Beyaz şömineli evinde mavi çaydanlıkla su kaynatıyordu. "Lavanta çayı iyi gelir sana, sakinleşirsin hemen" dedi… Benim derdime odaklanmıştı, canla başla kahve telvelerinin bıraktığı izlerden güzel şeyler söylemek istiyordu. Bol bol balık çıkarmıştı falımda."Her şey güzel olacak" diyordu, "bırakırsan kendini, artık kendine dönersen kaybolmayacaksın bu pisliklerin içinde". Onun kahve falında da ilkokul anı defterlerinin kült cümlesi vardı “kalbi kadar temiz" bir okyanus.. dağlar.. yollar.. yeşillikler.. cıvıldayan kuşlar…
Göl kenarındaydı ev, sakinleşmemek elde değildi. Şöminenin kenarındaki sepetten yazın beraber kırdıkları  odunlardan attılar sömine ateşine, harladı alev. Üç tane  mum yanıyordu masada, dumanını alıyordu sigaranın. Sıcacıktı ev. Dışarda rüzgar bahçedeki ayva ağaçlarını sallıyordu, Tarkovsy filminden kesip atılmış fazla bir kare gibi görünüyordu camdan. Ateşteki mavi renge takılmıştı gözüm. Sustuk uzun  bir süre, çünkü beraber susabileceğin insanlar azdır, biliyorduk ikimiz de..  Sesi geldi  sessizliğin.    Anladık birbirimizi ve zaten anlaşmak için illa kelimelere ihtiyaç olmadığını çok önceden öğrenmiştim. Ne güzel bir insandı Ayla. Sevgisi de kocaman. "Demlenmiştir lavantalar" dedi. Kalktı usulca, yünden patiklerini sürüye sürüye bir kuğu gibi yüzerek gitti mutfağa. Çaylardan birer yudum aldık, sıcaktı. Ateşin başında oturuyorduk, sıcaktı. Düştü çenemiz sonra, sohbetimiz sıcacıktı. Biraz ondan biraz benden biraz mültecilerden derken dünyayı kurtarmaya kadar gelmişti yine konu, aktı gitti zaman. Dedesinden yadigar radyoya gitti eli. Bir şarkı yayıldı odaya o düğmeye basar basmaz. Ne de dertli söylüyordu Yıldız Tilbe ve biz bu kadını bu kadar sevmemize rağmen nasıl oluyor da bu şarkıyı bilemiyorduk. Sustum, sustu, sustuk. Çay çok güzel kokuyordu...

28 kasım 2011

22 Kasım 2011

İstanbul-Ankara

İstanbullularla Ankaralıları hızlıca kavuşturmak için yarmışlar Bolu dağını ve Ankaralı körfezin büyük fabrikaları arasından geçerek varır İstanbul’a. İstanbul’u ilk defa gören Ankaralı hayatın hızlı aktığını söyler bu şehir için. İnsanlar devamlı doğuma yetişecek doktor gibidir.
Varır varmaz yedi tepeye, karışmaya başlar kafası. Vapura binerken tedirgindir. Suya düşecek sanar kendisini. Normal bir insan gibi vapura binip manzaranın keyfini çıkaracağına Ankaralı suyun (denizden bahsediyor)  soğuk olduğundan ve acaba hiç düşen olmuş mudur?  ya da vapur batsa ne yaparız?  diye düşünür devamlı. Denizanası onun için ihtiyaç olmaksızın evrimleşmiştir. Ve bu düşüncesini “ne işe yarıyo la bu?” gibi anlamsız dışavurumla dile getirir. Balıktan da çok anlamaz. Denizden çıkan biraz büyük bir balığı sazan ya da turna sanır. Bindiği vapur yanaşırken iskeleye vapuru korumakla görevli araba lastiklerinin çıkardığı sese takılır kafası.
Martıları sever Ankaralı. Memur gibi der, simitle karnını doyuruyor. Karşı kelimesi çözülmesi sıkıntılı bir problemdir. Devamlı nerde olduğunu şaşırır. Avrupa Yakası sözcüğünün anlamını harita ve atlasa baksa da anlamaz. Birinci-İkinci Köprü,  akıntı, karşı, çarşı, poyraz, galata köprüsü ve galata kulesi, çımacı, poyraz, karayel gibi kelimelerin anlamını bilmeden ölür Ankaralı. Harem , Esenler, Ataşehir gibi yerlerin ortak adıdır AŞTİ.
Sadece Haremden günde iki milyona yakın insanın giriş çıkış yaptığını öğrendiğinde inanmaz. Söylemez bunu, ama inanmaz. Ankaralı Ankara’da İstanbul takımlarını tutarken İstanbul’a vardığında Ankaragücü’nü över İstanbul takımlarına söver. Onun için varsa yoksa 19  Mayıs stadyumudur. Diğerleri de ya ondan büyüktür, ya da küçük. Önce galata kulesi ile hesaplaşmaya başlar. “ Bi numarası yok aslında, Atakule daha uzun” der kendi kendine. Ona göre İstiklal caddesi; Karanfil sokakla Konur sokağın uç uca eklenmesi ile Ankara’da zaten  görebileceği bir yerdir.
Ankaralı sevmez İstanbul’u. İster sevmeyi ama sevemez. Ama şunu iyi bilir. Ana rahminde sorulsaydı nerde dünyaya gelmek istersin diye, kesinlikle İstanbul derdi Ankaralı. Belki sadece doğmadığı için sevmez bu memleketi. 
Hasan Göktaş'tan...

21 Kasım 2011

Sevgilim

Sevgilim, bu ayak sesleri, bu katliâmda hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu,
fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan
gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman..
Nazım Hikmet Ran

20 Kasım 2011

öptü beni





öptü beni :
 «— bunlar, kâinat gibi gerçek dudaklardır,» — dedi.
«bu ıtır senin icâdın değil, saçlarımdan uçan bahardır,» — dedi. 
«ister gökyüzünde seyret, ister gözlerimde : 
«körler onları görmese de, yıldızlar vardır,» — dedi...

19 Kasım 2011

7 sene önceki Şahrud'a göndermek istediğim mektuptur.

Her şey güzel olur şahrud. (Her şey) . Nasıl oluyorsa kendini zamanın kollarına bırakıp sakince bir köşede beklersen birden bakıyorsun her şey yoluna ve hoşuna gitmeye başlıyor. ben gelirken bir leylak kokusu vardı. Leylak kokusunu çok seversin sen, taze biçilmiş çimen kokusunu bi de en çok yağmurdan sonraki toprak kokusunu.. Bir an önce aynı yoldan geçmek istiyorum. Balıkları da çok seversin sen.sahi  balıkların vardı senin ne oldu onlara? Ne güzel uyuyordun su sesiyle birlikte, üstelik onları eğitmiştin bile. Öyle ya her yem atışından önce ojeli parmaklarını oynattığından , artık yem atmasan da her parmak oynatışında hareketlenip yüzeye yaklaşıyordu.. kaktüsün vardı odanda, fesleğenin... Sigara içince annen kokuyu alıp da laf etmesin diye koparıp bir lokma ağzına atıyordun.. ya pazılların? çerçeveletmedin ve hala yatağının altındalar mı? bir hevesle alıp yarıya kadar okuyup kitaplıkta tozlanmaya attığın Oğuz Atay kitaplarına ne demeli? Bu kadar mı yoğunsun, okul, iş, güç, arkadaşlar, aile, para, dersler... Bunlardan ibaret mi senin bütün yaşam planın.. En son ne zaman yüzdün şahrud? ne zaman sabah koşusuna gittin? Ne zaman çıplak ayak çimlerde yürüdün? hiç gereği yokken ne zaman dostuna en sevdiği albümü aldın? sadece ama sadece kendine ayırdığın o meşhur gün ne zaman gelecek? yarın mı? haftaya mı? vizelerden sonra mı? ya sonrası yoksa şahrud? o zaman ne yapacaksın? Şu anda aşık olduğun gözünü kapatıp düşlediğin adam 7 yıl sonra yanında olacak mı sanıyorsun şahrud? Günlük tutardın evvelden ne oldu ona? nerede şimdi? eski kasetlerin yanına mı kaldırdın? ne oldu radyodan doldurduğun karışık kasetler? arkasını özenle bantlayıp da üzerine şarkıları yazdığın hani. en sevdiğin meyvelerden kendine salata yaptın mı hiç? ama ona yaptın.. senin ayağın üşüdü ama ona sıcak su torbasını verdin. O gider Şahrud.. durmazlar giderler onlar. sen ne verirsen ver, ne kadar verirsen ver...sen önce kendi hayatına sahip çıkmadıkça o hep daha fazlasını isteyecek. sen verdikçe alışacak ve artık senin hayatın yavaş yavaş izlerini yitirecek, artık ikiniz birden "O"nun hayatını yaşayacaksınız.. onun sevdiği müzikleri dinleyeceksiniz.. onuns evdiği yerlerde yiyeceksin.. Evet şu anda sorumlulukların var, bunaltıyorlar seni.. Ama inan ki, küçük bir sorumsuzluğun doğurduğu durumlar öyle büyük bir belaya dönüşebilr ki şaşar kalırsın. ortada hiç bir şey yok sanırsın bi de bakarsın duvara toslamışsın. pert olmuş hayatın. Kendini zamana bırakırken elinden geleni ardına koyma can. kendin için bir şeyler yap. Çünkü bugün kafana taktığın şeyler iki yıl sonra hiç işine yaramayacak. Sadece yaşanacak onca güzel şey varken sen hayatı boşa almış ve zaman kaybetmiş olacaksın. Oysa zaman madem bu kadar kısa bizim hiç kaybedecek vaktimiz olmamalı...
sevgiyle kal
yine herkesi sev, ama dozunu bil,
fazla sevmekten de ölür insan,
unutma,
öperim gözlerinden,
o kadar çok okuma,
biraz cahillik iyidir,
o filmleri izlemeye devam et,
ha bi de gözünü seveyim çok içme,
sivilcelerin için dertlenme geçiyorlar,
bu kilo da senin yaşına çok uygun,
o yeşil parkayı atma, sakla..
gittim ben..
iyi bak, su, yatak, toprak, balık, kuş,
KAsım 2011

Hayat Bize Mutlu Olma Şansı Vermedi Sevgili!



Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili,
biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz acısını acımız yaptık çünkü.
Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın göz yaşı bile içimizi parçaladı.
Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk...
Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili...
Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım.
Yaşamak ne güzeldir be sevgili...
Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek...
Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın...



Yılmaz Güney

18 Kasım 2011

ve en son "karım beni terk ettiğinde mi içki içmeye başladım yoksa ben içki içmeye başladım diye mi o beni terk etti; hatırlamıyorum" dedi adam...
 

kunduram sandukam zembilim



kunduram su aldı da yürüyemiyom
diyorlar yar senden vazgeçmiş inanmıyom
içime korku düştü derdimi dökemiyom
kunduranı yama, dertlerini yama
ne şan şöhret isterim
ne servette aklım kalır
sen gidersin can gider, gerisi burda kalır
parası da pulu da yerin dibine batsın
sen bana ben sana hasret mi öleceğiz?
düşümde seni gördüm
uzanmış yatıyordun
bal dudaktan öptüm
sandukamda potur var, göynek var giyemiyom
menzilim uzaktır yanına varamıyom
dertlerin birini saysam birini sayamıyom
bir sevda türküsü tutturdum da gidiyom
düşümde seni gördüm
ayazda yatıyordun
koştum üstünü örttüm.
zembilimde katık var ekmek var yiyemiyom
lokmalar dizilmiş boğazıma yutamıyom
yıldızları görsem, denizi göremiyom
bir özgürlük çayına hasret mi öleceğiz?
düşümde seni gördüm
için için ağlıyordun
al yanaktan öptüm....

içe işleyen şarkı

"bize camasira gelen bir fatma hanim vardi, radyoda okunan mevluda aglardi. sonra annem de katilirdi aglamaya. ben onlari paylardim, sen anlamazsin derlerdi. gercekten anlamiyordum nasil agliyorlardi hicbir sey anlamadiklari halde? simdi ben de soylediklerimi anlamasalar bile bana aglamalarini istiyorum. insanlari aglatmanin bu kadar guc oldugunu bilmezdim. aslinda kendimi de aglatamiyordum." O.Atay

boynu bükük tır

dev gibi tırın boynu bükük bir şekilde yol kenarında beklemesiyle duygulanan çocuk

umut vaad eden bilim insanlarına tavsiyeler IV

literatür taramak zevkli bir uğraş olabilir. ama senin asıl işin o makaleleri okumak unutma. sadece makale indirerek tez yazılmıyor.

16 Kasım 2011

Cananlara Tavsiyeler- IV

elinde soğan kokusu kalırsa bıçağı ıslat ve eline sür. çelik, suyla birlikte bütün kokuyu alır.

Ozan Doğan'dan İnciler- I

Her değişim bir öncekinden değişiktir.

Cananlara Tavsiyeler- II

yarım bırakıp da dolabının üstüne koyduğun pazılının üstünü mutlaka ört. ne menem bir tozdur o ya!

Cananlara Tavsiyeler- III

salonda saçını tarama anneler çok kızıyor.

Cananlara Tavsiyeler- I

eline krem sürdükten sonra oje sürme. Sürrealist çalışma gibi oluyor.
Soyut durumun somut tahlilini yapmam gerekiyor. ama şu saat olmuş ben hala eldiven örüyorum. iyi günler.

İstanbul'dan mektup

‎...
Akıllıdır Münevver,
nasıl olsa, ne yapıp eder,
falan filân diye kendini avutma.
...
Dertlerimi aklında tutma,
unut,
beni unutma... 

1956

ÖNCELEYİN

...
bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde
sen çıkardın utancını duvara astın
ben masanın üstüne koydum kuralları
her şey işte böyle oldu önce.

Cemal Süreya

"kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor..."



'fakat allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? yok. peki albayım. ben de susarım o zaman. gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? sorarım size: nasıl? kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. küçük oyunlar istemiyorum albayım. ''canım, bugün üzgün görünüyorsun.'' demek istemiyorum. ''istemiyorsan buluşmayalım.''dedi geçen gün. buyrun bakalım. ben de çekilmez huysuzluklar etmiştim; bu sonuca katlanmalıydım. ben ne yaptım? neyse, geçelim albayım. fakat beni anlıyor. bütün geçmişimi anlattım ona, hep haklı çıktım. işte; böyle anlarda çileden çıkıyorum albayım: kendimi unutup zafer sarhoşluğuna kapılıyorum. oysa bütün bu ilişki bir can sıkıntısı yüzünden başlamıştı.''

Oğuz Atay/Tehlikeli Oyunlar

SEYİRCİLİ SEYİR DEFTERİ

uyarım içimin sesine
varsın bozuk olsun pusula
sular nereye götürürse
karalar çok sınırlıdır
dünya denizden ibaret
vira demir, eyvallah!
varsın sizin olsun rüşvetli,pet şişeli, kasvetli
dolarlı, deutsch marklı, multi, mega medyalı
hem aidsli hem nükleer bombalı,hem kardeş kavgalı,
terbiyesiz,kültürsüz, saygısız
denizinde sebzeler yüzer,
yeşili traşlı keltoş
çimentosu, göğü delen gökdelenler arasından denize bakan,
çok arabesk
ne zırvalasan rep
çalışmak çok ayıp, hırsızlık grekoromen
kenefleri denize akar dünyanız
varsın sizin olsun
güneş doğdu, gök günaydın turuncu
henüz ortada yok huzur bilinci
içimden garip bir ses, al demiri git diyor!

15 Kasım 2011

bir çocuğun gözünde merdaneli çamaşır makinesinin yarattığı korku, cehennem korkusunun yanında bir hiç kalır!
Ö. B. 

....
Bütün dünyayı ilgilendiren, çok önemli bir mesele daha var. Yarın sabah saat yedide, Ay, dünyamıza bindirecek. Bundan kimsenin haberi yok. Ünlü  ingiliz fizikçisi Wellington da bu hususa işaret etmişti; ama tarih bildiremediği için herkes ona gülüp geçmişti. Ay'ın zayıf yapısını düşündükçe, sonucu daha çok merak ediyorum. Sanırım Ay'ın Hamburg'da yapıldığını da bilmiyorlar... Yapan da cahil, kimyadan anlamayan , topal bir fıçıcı. Onun içindir ki, ayda yaşanmaz... Toprağında bitki yetşmez. Havası da çok boğucu. Fıçıcı, Ay'ı yaparken yağlı halatla bağladığı için ziftler bulaşmış... Bazı yerlerinin karanlık görünmesinin sebebi bu... Ay hakkında bir gerçeği daha belirtmeliyim: Bu lekeli tepsi, insanların  sandığı kadar uzak değildir. Ayağa kalktığımız zaman burunlarımız değecek kadar yakındır. Burunlarımızı göremeyişmizin sebebi budur. Öyle ise, Ay'ın yeryüzüne bindirmesi sırasında ilk ezilen burunlarımız olcaktır. 
....

bu bizimki


Yıkıcı bir aşk bu,
Yıkıyor milletin ortasına
Tutku yükünü.
Bölücü bir aşk,
Ekmeği suyu bölüyor
Günde üç öğün.
Hain bir aşk bu,
Sizin eve hırsız girer
Onunkine polis.
Yasadışı bir aşk ,
Evlenmeyi
Hiç mi hiç düşünmüyor.
Soyguncu bir aşk bu,
En sıradan ezgilerden
Sevinçler devşiriyor.
Kökü dışarda bir aşk,
Dante ile Beatrice'inkine
Fena öykünüyor.
İşgalci bir aşk bu,
Samanlık sevişenin diyor
Başka şey demiyor.
Cemal Süreya



yarim kalmis öyküler

madem ki bir askin var, ne güzel
tadini çikar...
her seye bosver ve aski yasa...
ille de büyük ask olmasi gerekmez;
yasanan her ask büyüktür, yeter ki çikarmasini bil...
çok büyük umutlar baglama,
yarini hiç düsünmeden,
günü gününe
sev, sevginin tadini çikar...
sevgide gelecegi düsünürsen aski bombok edersin.

sakin haaa ...
sonsuz monsuz diye herifin basini yeme...

her seye bosver;
öylesine sev ki, sevdigin erkegi bile umursama,
salt kendin için sev,
bencilce yasa aski, bütün maddesiyle...
yasamdan elinde kala kala salt
yasadigin sevgiler kalir sonunda,

aslolan asktir yasamda...
dolu dolu, dolu dizgin,
zilzurna,
saniye saniye aski yasayarak sev...
iki yil, üç yil sürecek diye
umutlanip enayilik etme...
ister sürer, ister sürmez....
sen o ani yasa yeter ki...
yitirdigin zaman; yasadiklarini kazanmis olacaksin...
sonunda elbet yitireceksin, ama
yitirecegini hiç düsünme;
çünkü ayni zamanda kazanmissindir da...
anilar kazaniyorsun daha ne...
iç o zaman, sarhos ol...
yüce yüce seyler düsünme
severken, sevgiyi berbat edersin;
çünkü sevginin kendisinden daha yüce bir sey olmaz...
aferin sana seviyorsan,
seviliyorsan...
sakin kuskulara kapilma.
severken yirmi yil sonrasini degil,
yirmi dakika sonrasini bile düsünme...
an an yasa, derin derin hem de...
afferin sana...
çok sevindim.
ise güce bosver...
keyfince yasa, sev...
sevildikce sev,
sevilmeyince de tastamam bosver
ve o zaman o güzelim
yalnizligina saril...
o yalnizlik ki, bütün
sevgilerden daha güzeldir
ve sonunda .........
kollarimizla sarariz...
o zaman da hiç üzülmeyeceksin.
çünkü nasil olsa, siginacak bir
yalnizligimiz var;
günün birinde anamiz bile bizi birakir gider,
ama o yalnizligimiz,
biz yasadikça bizi hiç birakmaz...
severken bunlari düsünme,
lütfen yarinsiz sev ki, sevginin
tadini çikarasin.

hadi, sevgiyle öperim. yasa sen...

aziz nesin


14 Kasım 2011

O tirad

bak beyim,
sana iki çift lafım var.
koskoca adamsın.
paran var, pulun var, herşeyin var. 
binlerce kişi çalışıyor emrinde.
yakışır mı sana ekmekle oynamak.
yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak.
ama nasıl yakışmaz.
sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saaddeti çok gören.
anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor.
ama ben boşuna konuşuyorum.
sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. hıh.
sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi saim bey.
sen mi büyüksün?
hayır ben büyüğüm, ben, yaşar usta.
sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç.
gözümde pul kadar bile değerin yok.
ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiç birşey yapamayacaksın.
yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi.
çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız.
bizler birbirimizi seviyoruz.
biz bir aileyiz.
biz güzel bir aileyiz.
bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun.
dokunma artık aileme.
dokunma çocuklarıma.
dokunma oğluma.
dokunma gelinime.
eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemis olan ben, yaşar usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni.
anlıyor musun.
vururum ve dönüp arkama bakmam bile.(çıkar)

anneler kaçar gibidir

söyle ben saçlarımı kestirsem ne olur
bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur

herkes annesi sanır bir kısır yalnızlığı
oysa herkesin annesi aslında bir baruttur

eylülden ürken temmuz şafaktan korkan gece
dağları bölümleyen o babadan kaçan sudur

hatırla her gün bir çalar saatle oynadığını
çalar saatler bir çocuğun uyanılacak uykusudur

soğuk iklimler, kırımlar akar gider derisinden
çalıp söylediği öğrenip oynadığı bir tabuttur

anne saklanır, baba koşar, günleri münleri bölerler
anne de baba da parça parça bir geyik yavrusudur

birinin sırtı ince, birinin elleri kalın
ikisi de bir gölün saygıdeğer komşusudur

ey hayalin sonsuz çalıştığı gölleri bölmek dönemi
o zaman artık bir yerlerde hazin mevlutlar okunur

dersin ki ayışığı kimin babası kimin oğlu o zaman
sanki herkesin işi bir bölmedir, uzun uzun solunur

senin şarkın bir avcı borusudur ormanları tutar
büyür, yankılanır, bir kale yıkıntısında saygıyla durur

ey en bilge sesi gelip duran sonra akan suların
bilirsin her akşam nasıl öksüz, nasıl güçlükle olur

her akşam nerden baksan yine de bir eksiği doldurur
babalar geri çekilir, anneler onlara teslim olur

saçlarımı hep kestim tutacak kadar kalmasın dedim
çünkü bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur

günleri bölümlediler ve sonra suya gittiler çoğu
babalar hep perşembe, anneler hep cuma olur

Turgut Uyar (Su uyanmaz)

13 Kasım 2011

köylüleri niçin öldürmeliyiz ?


çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler
birbirlerinin evlerine ancak
ölümlerde ve düğünlerde giderler.
şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
binlerce yılın kabuğu altında
yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
aldanmak korkusu içinde
sürekli birbirlerini aldatırlar.
bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
karılarından en az on adım önde yürürler
ve bir erkeklik işareti olarak
onları herkesin ortasında azarlarlar.


köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar otobüslerde ayakkabılarını çıkarırlar
ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatır,
yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
bunun, tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
zengin akrabalarından sözederler.
kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
ama sokağa çıkar çıkmaz hünküre hünküre
yollara tükürürler...
ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.


köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar ilk akışamdan uyurlar.
yarı gecelerde yıldızlara bakarak
başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
ve yaz güneşlerini, ekinlerini yeşertirse severler.
hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-bu, verimi yüksek bir tohum bile olsa-
sonuçlarını görmeden inanmazlar.
dünyanın gelişimine katkıları yoktur.
mülk düşkünüdürler amansız derecede
bir ülkenin geleceği
küçücük topraklarının ipoteği altındadır
ve bir kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden,
zamanın derin ırmakları önünde...


köylüleri söyleyin nasil
nasil kurtaralim?


Şükrü Erbaş



fakat müzeyyen bu derin bir tutku

“Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri’ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri’nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine…”

İlhami Algör